İngiltere’de bir Sivaslı -6

 

299134_10150305947977552_1834060588_n

İngiltere’de en çok şaşırdığım şeylerden biri hemen hemen herkesin bir evcil hayvanı olmasıydı. Evcil hayvandan kastım sadece pazarda satılan civcivler, akvaryumdaki balıklar değil. İnsanların sorumluluklarını aldıkları, gerçekten iyi baktıkları kediler, köpekler, tavşanlar… Tabi orada evcil hayvanlara bakmak için olanaklar daha fazla. Bir kere evlerin yapıları müsait. Parklar, bahçeler gani gani… Durum böyle olunca herkesin evcil hayvanı oluyor.
Ben oraya gitmeden önce korkuyordum bütün hayvanlardan. Mesela kediye, köpeğe dokunamazdım. Beverley’nin 3 köpeği vardı. Hepsini o kadar çok seviyordu ki. Hayattaki tek uğraşı oğulcuklarıydı (köpekleri). Ben oradayken Beverley bir köpek daha aldı ve evin içerisinde 4 köpeği oldu. Hepsi aynı cinsin farklı renkleriydi. Hele en son aldığı köpek… Nasıl tatlıydı. Geldiğinde yürümeyi bilmiyordu. Ufacık, sarı tüylü minnoş bir köpekçikti. Adı da Lili’ydi. Lili ve ben o kadar benziyorduk ki. İkimiz de sarı tüylüydük, ikimiz de sürekli acıkıyorduk ve ikimiz de annemizden ayrıldığımız için üzgündük.
Ben evde 4 köpekle olmaya alışmaya çalışırken, Beverley’nin evininin yakınlarına taşınan kız kardeşi, ev taşınırken iki haftalığına bakması için 3 köpeğinin Beverley’e verdi. Evde totalde 7 köpek oldu böylece. Evde 7 köpek olması tam bir facia. Bir kere koştukları anda Osmanlı ordusu sefere gelmiş gibi hissediyorsun. 28 tane ayak aynı anda o güzelim parkelerde pıtı pıtı pıtı koşuyorlar…
Ben 7 tane köpeği bile zar zor anlıyorken Beverley yan komşusunun 30 kedi baktığını söyleyince şok oldum. 30 kedi ne demek? İlk sorduğum soru, “Onları nasıl yıkıyor?” olmuştu. Hortumla üstlerine su tutarak yıkıyordu. Gerçekten çılgın bir kadındı. İki aylığına gitmişim, ortalığı karıştırıp kimsenin huzurunu kaçırmayayım dedim. Hiç ses etmedim çılgınlıklarına.

Etrafında sana benzeyen insanların olmaması biraz buruk bir duygu. Onun için İngiltere’de Türklük benim için acayip önemli bir olgu oldu. Türk birini görünce sevinçten çıldırıyordum. İngiltere’nin en güzel yanlarından biri de bana kazandırdığı arkadaşlıklar oldu. Oradaki azıcık olan Türk arkadaşlarımdan Kübra hâlâ görüştüğüm, çok sevdiğim biri. Onunla aynı evde kalmıştık. Yanında sana biraz da olsa benzeyen biri olunca her şey daha eğlenceli oluyor. Kübra ile Türklüğümüz birleştirmişti bizi. Beverley’nin evinde bir paket çekirdeği çılgınlar gibi yerken ikimizden başka kimse ne yaptığımızı, neden mutlu olduğumuzu anlamıyordu. Onlara çekirdek çitlemenin birleştirici gücünü, gıybetle olan doğru orantısını falan anlatmadık.

Türk örf ve adetlerine göre İngiltere çok cool kalıyor. Ben kendi ailemi modern, geniş falan diye adlandırırken orada biz muhafazakâr kalıyoruz. Yani ben hâlâ babama “Baba ya akşama benim sevgilim gelecek yemeğe” tarzında bir şey söyleyemem. Söylesem de zaten babam bunu kaldıramaz. Biz babamı acile kaldırırız.
İngiltere’de ise durum farklı. Ailelerin asli görevi çocuklarının sevgilileri olmasına müsaade etmemek değil, sevgililerinden çocukları olmamasına ve hastalık kapmamalarına dikkat etmek. Bunun için de hem aileler hem toplum hem de devlet çalışıyor. Herkesi denetlemedim orada ama tanıştığım ailelerle konuşunca öğrendim birçok şeyi. Mesela televizyonlar yani medya bile bu konu hakkında yayınlar yapıyor, konuyu önemsiyor. Bazı kanallarda saat 10’dan sonra cinsel sağlık programları başlıyordu. Gerçekten fikri çok beğendim, eğitici şeyleri severim. Sadece programın formatı benim şahsi ahlak anlayışıma tersti o yüzden çok izlememiştim. Programda önce İngiltere’nin demografik bilgileri veriliyor. Sonra gençlerin cinsel hayatlarının başlama yaşı gibi bilgiler veriliyor. (Rakamlar korkunçtu. 10 yaş bile vardı. Bu programlarda bunun ne kadar tehlikeli olduğu anlatılıyordu zaten.) Bilgiler verildikten sonra o gün hangi yaş grubunu ya da hastalığı ya da başka bir özelliği seçtilerse onun üzerinden devam ediyordu program. Örneğin kontrolsüz cinsellik aids olma ihtimalini arttırır. Buraya kadar her şey çok güzel. Buradan sonra benim pek sevmediğim bir kısım başlıyor. Belki ben de Türkiye’de yetişmenin verdiği muhafazakârlıkla sevmiyorum. Tabi benim sevmemen programı kötü yapmaz. O programı şu an ülkemizde yayınlanan o saçma programlara (Evleneceksen Gel, Kısmetse Olur, Evlen benimle….) tercih ederim. Eğitim kısmı bitince sokak kısmı başlıyor programın. Programın sunucusu, konu hakkında birkaç uzman kişi sokağa çıkıyorlar. Sokakta paravanla kapatılan ufak bir muayenehane gibi bir yer yapılıyor. Ardından sokaktaki gözlerine kestirdikleri genç erkekleri veya kadınları durduruyorlar. Bunlar hep teenage çocuklar. Onlara önce birkaç soru soruyorlar cinsel hayatları ile ilgili. Sonra kabul edenleri muayeneye alıyorlar. İşte ben bu sokakta muayene olayını pek sevmedim. Ne bileyim… İki ay İngiltere’de kalıp da sırf kaş-bıyık alışveriş merkezlerinde ulu orta yerlerde alınıyor diye kaşımı bıyığımı aldırmamış insanım. Bana ters gelmesi normal. Tabi orada on yaşa kadar düşmüş cinsel hayatı durdurmak için, kontrolsüz gebelikleri engellemek için böyle bir şeyleri yapmalarını takdir ediyorum. Sadece ulu orta olması kısmını sevmedim. Sevmesem de beni çağırmadıkları sürece sıkıntı yok. Herkes istediğini yapsın.

Ben İngiltere’de Manchester’da kaldım. Başka yerlerine gittim elbette ama hep yakın yerlere. Sadece bir kere Bank Holiday diye 3 günlük bir tatil vardı, o zaman Londra’ya gittim. Londra Manchester’a 6 saat. Londra’da annemle babamın arkadaşları, benim de çok sevdiğim Kemal amca, Evrim teyze ve çocukları yaşıyordu. Onların yanında kaldım iki gün. Gerçekten annemi babamı İngiltere’de görsem o kadar sevinirdim. Bana Türk yemekleri yapmışlardı. Meyve yedim bir sürü. Harikaydı. Sanki İstanbul’da yaşarken Adana’ya gitmiş gibi oldum. Öyle memleket, öyle sıcaktı.

İngiltere’ye gidip iki ay kaldım ama üzerine milyon tane yazı yazabilirim çünkü ben aşırı meraklıyım ve orada yaşadığım her şey tuhaftı. Aslında en büyük tuhaflık da hâlâ beraber olduğum erkek arkadaşımla da orada tanışmam. Ona tuhaflık değil de tesadüf diyorduk değil mi? Bir de aşk tesadüfleri sever… Belki bu da başka bir yazının konusu olur.

 

İngiltere’de bir Sivaslı – 5

262443_10150282039272552_189437_n

Kültür şoku… Yurt dışına çıkmadan öğrenilemeyecek bir şey bence. Burada biz birbirimize alışmışız ya, tuhaf olan şeyler bize tuhaf gelmiyor. Mesela bir İngiliz’e Adana’da ağaca çıkan kadını kuş zannedip vurmalarını, onlarca insanın bir iş makinesini saatlerce izlemesini, intihar edecek olan insana “atla, atla” diye tezahürat yapılmasını, düğünlerde halay başı kavgasının karakollarda bitmesini ve daha nicelerini nasıl anlatırız? Nasıl? Anlamaz ki…
Herhalde ilk yaşadığım şok yemek şokuydu. İngiltere’ye giderken tabi ki Türk yemekleri yiyemeyeceğimi biliyordum ama ben onların da yemek yiyeceğini düşünüyordum. Ta ki bana yemek diye bir kâse çorba ve tost verilene kadar…
Gerçekten çok üzülüyorum İngilizlere. Mesela kahvaltı etmeyi bilmiyorlar. Oysa canım kahvaltı ne güzel bir şey. Kahvaltı üzerine şiir yazan şair yetiştirmiş memleketiz biz; onlar bu nimetten yoksun. Gerçi geleneksel İngiliz kahvaltısında sosis, cips gibi kalori miktarı yüksek bir sürü sağlıksız besin tercih ediliyormuş ama günümüz İngiliz kahvaltısı genelde ekmek-reçel-kahve, tatlı çörek-kahve tarzında oluyormuş. Ben oradayken kahvaltıda mecburen ekmek-reçel-kahve üçlüsünü seçtim. Çünkü oraya gittiğim ilk gün, ben daha hiçbir şey anlamıyorken Beverley bana kahvaltıda ne yemek istediğimi sormuş, ben anlamadığım bütün cümlelere rastgele yes-no diye cevap verirken “Reçel-ekmek yer misin kahvaltıda?” sorusuna “Yes.” demişim. Bilmeden verdiğim cevap yüzünden iki ay boyunca reçel-ekmek yedim. Burada sorun şu ki ben reçel-ekmek normal şartlar altında, kahvaltımı bitirmeye yakın, yani karnım doyduktan sonra, ağzım tatlansın diye yerim. Oysa İngiltere’de bir dilim ekmek ve bir parça reçel oldu kahvaltım. Öğle yemeğini dışarıda yediğim için daha şanslıydım. Kendi istediğim şeyleri yiyebiliyordum. Hazır yurt dışındayım diye başka ülkelerin mutfaklarını da orada denedim. Hint yemekleri, Çin yemekleri, Meksika yemekleri ve tabi İngiliz yemekleri.

İngiltere’nin en meşhur yiyeceğinin balık-patates olması kadar beni hayal kırıklığına uğratan bir şey varsa o da Adana’nın başkent olmamasıdır. Balık-patates nasıl bu kadar meşhur olur ki? Efendime söyleyeyim, bir mantı mısın bana bir içli köfte misin de bu kadar ünleniyorsun? Hem de aşırı yağlı ve tuzluyken… Tabi seveni de olabilir, saygı duyarım.
Yemek konusunda sıkıntılarım yazmakla bitmez ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim; (Allah’ım sen günah yazma) Beverley korkunç yemek yapıyordu! Ya bir insan nasıl o kadar korkunç yemek yapar aklım almıyor. Bir kere akşam yemeği için; “Bugün bir şey pişiremedim, akşama sadece sandviç var.” demişti ve ben deli gibi sevinmiştim. Bu arada bir şey pişirdiğinde de zannetmeyin ki birkaç çeşit yemek yapıyor, sadece tek çeşit. Onu bile yapmadığı oluyordu işte. Sandviç var, doyacağım diye hayal ederken akşam yemeğinde karşılaştığım sandviçin, mayonezle önceden haşlanmış yumurtanın bulamaç haline getirilip sandviç olması beni sandviçten soğutmuştu. Ona soğan-ekmek ikilisinin şahaneliğini öğretmek isterdim. Zaten onun korkunç yemeklerine dayanamadığımdan İngiltere’de 6 kilo verip döndüğümü de söylemeden edemeyeceğim. İkinci ay İngilizcemi ilerletip Beverley’e Türk yemekleri öğretmeseydim daha da fazla kilo verirdim kesin ama söz konusu yemek olunca dayanamadım. Zaten Beverley Türk mutfağına meraklıydı, ben de bu meraktan faydalanıp ona bildiğim yemekleri öğrettim ve beraberce yedik. Bazen kafam çalışıyor.
İki ayda Beverley ile çok yakın olmuştuk. O hiç evlenmemişti ve hiç çocuğu yoktu, ben de annemi özlüyordum. Böylece biz anne-kız gibi bir şey olduk. Beraber alışverişe, yemeğe, gezmeye gidiyorduk. Bir ara beni komşularına ev gezmesine bile götürdü sıra sıra. Hani filmlerde olur ya; çiftler bir çocuk evlat edinir ve tanıdıkları insanlara yeni çocuklarını göstermek için partiler falan verirler, işte öyle yapıyordu Beverley. Bir gün Beverley’in en yakın arkadaşı Adrian bizi evine davet etmişti. Beverley ile öğleden sonra ona gidecektik. Adrian’a gideceğimiz için o kadar heyecanlanmıştım ki. Adrian gördüğüm en yakışıklı erkeklerden biriydi. Benden yaşça epey büyüktü, elbet o yakışıklılıkla bana yâr olmazdı ama olsun. Sonuçta insanın o kadar yakışıklı birine bakınca içi açılıyor. Adrian upuzun boylu olması yetmezmiş gibi bir de harika olan fiziğiyle resmen göz dolduruyordu. Hele o sarı sarı saçları… Çok yakışıklıydı. Hatta İngilizce sözlükte yakışıklının sözlük anlamına onun isminin yazılmasını teklif edeceğim bir dilekçe verecektim İngiliz konsolosluğuna ta ki o gün Beverley’den öğrendiğim şeyleri duyana kadar. Kurstan eve geldiğimde Beverley; “Bu gün Adrian’a gidemeyeceğiz çünkü çok üzgünmüş ve yalnız kalmak istiyormuş. Başka bir gün keyfim yerindeyken gelirsiniz dedi. Ona gidemeyeceğiz tatlım.” dedi. Tabi aşırı meraklı ben; “Adrian neden üzgünmüş?” diye sordum. Aşırı geveze Beverley Adrian’ın bütün her şeyini başladı anlatmaya: “Adrian kısa süre önce erkek arkadaşından ayrılmıştı. Erkek arkadaşı ondan ayrılınca master yapmak için İtalya’ya gitmişti, şimdi geri gelmiş. Ama Adrian da geçen hafta bir çocukla tanışmıştı galiba onunla flört ediyor. Şimdi ne yapacağını bilmediği için üzgün.” Tabi benim sorduğum ilk soru “Erkek arkadaş derken? Sevgili gibi erkek arkadaş mı?” oldu. Beverley suratıma “ben de bu kızı akıllı bir şey zannediyordum, saf mı ne “ der gibi baktı: “Evet tatlım, sevgilisi. Adrian gey.” dedi. Gey kelimesi kulaklarımda çınlarken aynı zamanda Adrian gözümün önünde eriyip bitiyordu. Tamam, zaten bana yâr olmayacaktı ama en azından bir ihtimal vardı. Gey olunca o da bitmişti. Hiç inanasım gelmedi. Bize yıllarca televizyonda geyler hep kadın gibi konuşur, kadın gibi giyinir diye öğretmişlerdi. Adrian’da geylere atfedilen kadınsılıktan gram yoktu. Ben “Allahım, belki de gey değildir. Sen onu bana bağışla.” gibi saçma şeyler düşünürken Beverley aile albümünü getirdi. Fotoğraflardan Adrian ve eski sevgilisinin fotoğrafını buldu. O ana kadar Adrian’ın gördüğüm en yakışıklı erkek olduğunu düşünüyordum, vazgeçtim. Gördüğüm en yakışıklı erkek onun sevgilisiydi.  Dizi setinden fırlamışcasına yakışıklı olan bu çift gerçekten beni çok üzmüştü. Hayatıma eşcinsel kavramının girmesi Adrian sayesinde olmuştu. Adrian eski sevgilisini affedip, bizi evine davet ettiğinde ikisini de yakından tanıma fırsatı buldum. Yakışıklılığın ötesinde son derece zeki, yetenekli, harika insanlardı. Umarım çok mutludurlar.

İngiltere sadece dil öğrenmemde değil, hayata bambaşka bir pencereden bakabilmemde de büyük katkı sağladı. Evet, yemek konusunda çok zayıflar, kahvaltı etmeyi bilmiyorlar ama insan hayatına saygı konusunda gerçekten harikalar.
Yaşasın İngilitere’de tanıdığım iyi kalpli insanlar, yaşasın geylerin aşkı!

Bittiğini düşünüyorsan, yanılıyorsun. Daha Beverley’nin 7 köpeği, 30 kedili komşumuz ve Türk arkadaşlarımdan bahsetmedim ki…

İngiltere’de bir Sivaslı – 4

Pazar günü Sara ve ben bir alışveriş merkezine ve M’cr City Stadyumuna gittik. Ben alışveriş merkezi dedim diye aklına bizim Cevahir gibi bir yer gelmesin. Gördüğüm en havalı alışveriş merkeziydi. Her katı ayrı bir temada, ilginç ilginç mağazaları olan bir yerdi. Stadyuma da adetten diye gittim işte.
Benim için en ilginç olan kısım otobüse binmek oldu. Otobüse bindiğimde (biraz bizim akbil sistemine benziyor) şoföre para verdim, şoför bana kağıt ve jetona benzeyen demirler verdi. Bendeki de nasıl bir salaklıksa otobüse o jetonlarla bineceğimi düşünüp kağıdı attım, jetonları sakladım. Tabi sonra öğrendim ki o attığım şey haftalık otobüs biletiymiş, jeton dediğim şeyler de poundmuş! Yani bir ülkeye gitmeden önce parasına bak değil mi ama? Pound nedir, nasıl bir şeydir? Nerde bende o akıl?

Pazar günümü Sara sayesinde harika geçirmiştim. Ertesi gün kursum vardı. En kötü şey Sara hariç herkesle aynı kurstaydık. Oysa Sara benim can yoldaşım olmuştu. Onunla nasıl aynı kursta olmazdık? Ertesi gün kursa giderken Sara’nın olmaması içimi burktu biraz.
Kursta da bir sürü arkadaş edinmiştim, evde de bir sürü kişiydik. Tek eksik Türk’tü. Hiç Türk görmemiştim kursta. O yüzden mecburen İngilizce konuşuyordum. Akşamları evde film izliyorduk, sohbet ediyorduk ve ben birkaç gün içinde bir şeyleri anlamaya, sohbete katılmaya bile başlamıştım.

Tabi bazı yanlış anlaşılmalar da oluyordu. Ee, yıllardır öğrenemediğim bir dili bir gecede öğrenemezdim ya! Ben eskiden beri domuzu pig olarak bilirim. Şimdi, bizde dana eti danadan, kuzu eti kuzudan ya ben hep domuz eti de domuzdan olur yani paketlerde pig yazar diye düşündüydüm.
Marketten kendime alışveriş yaparken salam da alayım dediğimde pig yazan bir şey almamak için üstün bir çaba dahi sarf etmiştim. Sonra bir gün kursta öğrendim ki İngilizler senin benim gibi değil. Pig etine pig eti demiyorlar, pork diyorlar. Ne alaka değil mi? Çok sinirlendim duyunca. Domuz salamını bir önceki gün tostumun içinde yemiş bulunmuştum. Allah affetsin ama çok da güzeldi.
Yani bazı şeyleri acı öğrenmek de varmış kaderde.
Yaşadığım en ilginç ve zor şeylerden biri de banyo yapmaktı. Evet, banyo yapmak. Ben banyo yapmayı çok severim. Hatta hani İngilizlerden öğrendiğimiz “take a shower” olan banyo yapmak değil, anam babam usulü sanki hamamda gibi yıkanmayı çok severim. Tabi elin memleketinde bu lüksü aramadım. Mecbur ben de onlar gibi take a shower stili takılacaktım. Pazar akşamı Sara ile eve dönünce İngiltere’deki ilk banyomu yapayım dedim. Anneciğim şampuanımdan havluma kadar her şeyi valizime koymuştu, sağ olsun. Eşyalarımı alıp banyoya gittim. Banyo yapmaya başladıktan bir iki dakika sonra -ki bu sürede ben daha saçımı ıslatmamış bile olurum- birden ışıklar sönmesin mi! Eyvah, gitti elektrikler! diye düşündüm o an. Ne yapacağımı şaşırmış vaziyette azıcık kendimi o karanlıkta ıslatıp çıktım. Zifiri karanlıkta ne giydiğimi bile anlamadan üzerimi giyip çıktım o karanlıktan. İçeri giderken bir baktım elektrikler var. Eee, o zaman neden söndü ışık? Biri mi söndürdü? Olayı o an çözemedim. Evdekilere sorsam diyeceğim de malum benim İngilizce yetmiyor. Ne olduğunu anlamak için birkaç dakika olayı baştan sona düşündüm. Bana kötü bir şaka yapılma ihtimalinden elektriklerin anlık bir gidiş yaşadığına dair her şeyi düşündüm. Sonra kesin bir çözüme ihtiyacım olduğundan ötürü “Türk’ün aklı tuvalette çalışır.” varsayımına dayanarak tekrar banyoya gittim. Sanki banyo yapacakmış gibi ışığı yaktım içeri girdim. Klozetin kapağını kapatıp üzerine oturdum. Kapıyı da açık bıraktım ki biri gelip söndürürse “Böyle şaka mı olur yaaaa!” diyeyim. Başladım beklemeye. Bekledikçe bir anlık elektrik kesintisi varsayımım güçleniyordu. Sonra birden aynı ilk sefer olduğu gibi pıt diye yine gitti ışıklar. Kimsenin kapatmadığını, elektrik kesintisi olmadığını görmüş olduğum için varsayımlarım direkt çürüdü. Peki neden? Neden gidiyor bu kahrolası ışık? Çünkü aşırı cimri Beverley benim gibi banyo seven öğrencileri banyoda çok kalıp suyu şırıl şırıl kullanmasın diye dakikalık ışık sistemi taktırmış. Ya… Elin kadını nelerin hesabını yapıyor. Biz olsak evimizde kalana havlusunu, kesesini, lifini veririz. Hatta samimiyeti ilerlettiysek “Seslen, gelip keseleyeyim.” deriz. Yaşadığım şoku atlattıktan sonra bu sefer aynı deneyi ışığın kaç dakika açık kaldığını hesaplamak için yaptım. 7 dakika açık kalıyordu. 7 dakikada ben daha şarkının nakaratına bile geçemem Beverley, nasıl yıkanayım nasıl?
İnsan her şeye alışıyor işte. Zamanla alıştım 7 dakikada yıkanmaya. 7 dakikada yıkanıp, aynı ışıkla dişimi fırçalamışlığım bile var.

Kültür şoku yaşamak dedikleri bunlar olsa gerek. Gerçi daha Beverley’nin yemeklerini, ilk eşcinsel arkadaşlarımı, akrabam olmayan erkeklerde aynı evde yaşamayı, televizyonlarda yayınlanan cinsel eğitim programlarını, 30 kedili kadını, Beverley’nin 7 köpeğini anlatmadım bile.

İngiltere’de bir Sivaslı – 3

228891_10150261803297552_3057134_nİlk iki yazıda hep İngiltere’ye nasıl gittiğimden bahsettim. Marry’in beni eve almayışı, Beverley’nin abartılı sevgisi… Tabi ki bu kadar ilginç başlayan İngiltere maceram tüm ilginçliği le devam etti.
Hani derler ya “Hacı hacıyı Mekke’de, deli deliyi dakkada bulur.” Aynen öyle!

İngilterelerde bile hep kendim gibi tuhaf tuhaf insanlar buldum. İyi de yaptım. Yoksa anlatacak bir şeyim olmazdı ki…
Beverley’nin evine gitmemiş olsaydım çok farklı olurdu her şey. İstanbul’dan giderken kalacağım evi bir yurt olarak değil de aile yanı olarak seçmiştik. Çünkü yurtta tek başıma kalıp İngilizce konuşmayabilirdim ama aile yanında olunca mecburen İngilizce konuşacaktım. Önce şu bilgiyi vereyim; aile yanı deyince buradaki gibi “Yavrum demek sen yurt dışından geldin, gel öyleyse bizde kal. Bizim çocuklarla arkadaş olursun” gibi bir şey yok. Bildiğiniz otel hizmeti verilen evler. Adamlar bunu meslek yapmış, biz misafirperverlik diyoruz.
Beverley’in iki evi vardı. Birbirlerine beş dakika uzaklıkta olan iki ev. Benim Marry’nin evinden hemen sonra gittiğim ev, hep filmlerde görüp sonra canlısını görünce daha da hayran olduğum klasik İngiliz müstakil evlerdendi. Bahçesi olan, iki katlı, munis, şirin bir ev. O eve ilk başta hiç ısınamamıştım. Çünkü çok güzeldi. Ailemle yaşamak isteyeceğim kadar güzel. Bahçesinde mangal yapardık hem biz. Onlar ne bilsin Adana usulü mangal! Annem bahçede mangalı yakarken babam da bahçenin çok güzel olan masasında rakısını içmeye başlamış olurdu kesin. Yaren içerde, mutfakta mezeleri hazırlıyorken ben de ortalıkta dolaşırdım. Ne güzel olurdu… Bunları düşündükçe sevemiyordum o evi. Ne annem vardı, ne babam, ne Yaren.
Benim kaldığım ev, her odasında bir öğrencinin kaldığı bir evdi. Bir nevi yurttu aslında. 5 tane odası, bir ortak alanı, ortak bir tuvalet banyosu, bir de küçük mutfağı vardı. Ben geldiğimde alt kattaki, bahçeye kapısı olan odaya yerleşmiştim. Benimle aynı katta, iki Arap erkek kardeş kalıyordu. Benden birkaç yaş büyüklerdi. Üst katta Hollandalı iki kız kardeş ve bir İspanyol kız kalıyordu. Ben geldikten bir gün sonra da evimize benim kursumda öğretmenlik yapan, orta yaşlı bir kadın olan Doris geldi. Yani evi, isimlerini hatırlayamadığım iki Arap kardeş, Emma, Joshne, Doris, Sara ve ben paylaşıyorduk. Sadece ben ve Sara akşam yemeklerinde Beverley’nin öbür evine gidiyorduk, yemeğimizi orada yiyorduk. Sonra Beverley bizi getiriyordu. Giderken yemek hizmeti de satınaldığımız için yemekleri ben yapmıyordum, Beverley’nin evinde, onun o evdeki öğrencileri ile yiyordum. İki evin de en küçüğü bendim.

İngiltere’ye cumartesi günü gitmiştim. Pazartesi kursa başlayacağım için Pazar günüm boştu. Cumartesi akşamı, yeni evime alışırken, hiç olmayan İngilizcemle evdekileri anlamaya çalışıyordum. Yaşı bana en yakın olan Sara’ydı. Sara pazar günü beni gezdirmeyi, benimle biraz İngilizce pratiği yapmayı teklif etti bana. Bu iletişimi nasıl sağladığımızı merak ettin değil mi? Tabi ki Google translate ile!
O an Sara’ya sarılıp ağlamak istedim, “Allah iyi ki seni karşıma çıkarmış, bir İspanyoldan kazık yer gibi bir şey oldu, başka İspanyol elimden tuttu.”, demek istedim. Sadece “It’s a good idea!” dedim.
O cumartesi benim için İngiltere maceramın ilk cumartesi gecesiydi. O gece kadar heyecanlandığım diğer gece, İstanbul’a döneceğim pazar sabahının cumartesi gecesi olmuştu.

Not: Pazar günü ne yaptığım ve çok daha fazlası bir sonraki yazıda.
Not2: Kaldığım ev -bahçesi arkada-
301561_10150282903104764_5787334_n

İngiltere’de bir Sivaslı -2

(İngiltere’de bir Sivaslı’nın devamı)

310674_10150286380687552_2600545_nMarry’nin evinde ne olduğunu anlamadığımda öyle korktum ki… O an farkında olduğum tek şey elin memleketinde olduğumdu. Ceren’i İngiltere’ye koymuşlar, ille de köyüm demiş, sendromu yaşadım. 17 yaşında, annesiz, babasız, İngilizcesiz kısacası çok çaresizdim. Marry bana bir şeyler anlatıyordu. Yanında da benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim bir kız daha vardı. Marry İngilizce konuşuyordu, siyah saçlı güzel kız başka bir dil. İkisi de bana bakıp konuşuyorlardı ve ben de sadece şu cümleyi söylüyordum: “I don’t understand you.” Birkaç dakika içinde ben ağlamaya başlamıştım. Eee, Marrycim sen daha tanımıyorsun beni, duygusal insanım ben. Bu kadar da üstüme gelinmez ki ama! Anlamıyoruz dedik bıdır bıdır konuştun, ben de ağlarım işte.
Zavallı Marry, ben ağlayınca bir telaş yaptı… O da ağlamaya başladı. O ağlayınca içerden pıtır pıtır köpekçiği gelmesin mi! “Ya siz beni mi sınıyorsunuz? Köpekten korkuyorum ben!” de diyemedim. Zaten bir şey diyecek olsam “Lütfen beni vatanıma yollayın.” derdim.
Marry bana anlatmak istediklerini kâğıda yazdı. Ben de laptopumu çıkarıp hayat kurtarıcım olan, yegâne dostum Google translate ile çevirdim yazdıklarını. Çevirmez olaydım. Şunlar yazıyordu: “Sen yanlış eve gelmek, ben İspanyol bir kız beklemek, evde diğer kız İspanyol. Okulu arayacak, seni gönderecek.” Ee, ben ne olacağım? Nereye gideceğim?
İspanyol değiliz diye bu yapılır mı Marry? Ben senin o çirkin köpeğinle bile kalmayı göze almışken ne demek “sen yanlış eve gelmek, seni gönderecek”? Ben İstanbul’da seninle mektuplaşmadıydım mı?
Tabi o ara ben ne kadar evrak varsa verdim Marry’e, o okulu ve bazı ilgili yerleri aradı. Telefon konuşmaları yaparken siyah saçlı İspanyol kıza ve bana yemek verdi. İngiltere’de yediğim ilk yemek lahana ve patatesti. Hani bizim burada garnitür olarak yediğimiz var ya, onu ana yemek diye yiyorlar. Neyse, bilemedi Marry bizim adetleri. Bana yemek verdiği an daha da ısınmıştım Marry’e. Yemek verdi sonuçta. Yemek konusunda hassasım.
Marry 65 yaşına rağmen gram fazlası olmayan, milli eğitimin dağıttığı İngilizce kitaplarındaki grandmother tiplemesinin tam karşılığıydı. Beyaz kısa kesimli saçları modernliğine modernlik katmıştı. Eğer beni evinden göndermeseydi beni de zayıflatırdı belki kendi gibi. Gerçekten o çaresizlik anında bile onu düşünmüştüm. Kilo dert, kilo sorun… Gerçekten beni de zayıflatır mıydı?

Yemeğimi yedikten sonra beni almaya gelen bir arabaya hiç açmadığım valizimi koyup, hiç yerleşemediğim evimden gittim. Nereye olduğu hakkında hiçbir fikrim olmadan bindiğim arabada yol boyu ağladım. Şoför bana ne acımış olacak ki sürekli peçete vermişti. Ağlaya ağlaya gittiğim yolun bir bitimi vardı elbet. Sonunda araba aynı Marry’nin evinin önünde durduğu gibi durdu. Yine indim arabadan, valizimi aldım. Kapıda beni bu sefer adını bilemeyeceğim bir kadın bekliyordu. Marry’nin aksine epey şişman bir kadındı. Onun da kısa saçları vardı Marry gibi ama ona modernlik değil basitlik katmıştı. Marry’den daha gençti ama Marry ona bin basardı. Marry beni nasıl kovdun Marry! Nasıl da alışmışım sana…
Kadına doğru yaklaştım. O sırada şoför kadına bir şeyler söyledi ve arabaya bindi. Kadın, şoför ne dediyse bana dönüp “Ooooh, hoooneeey!” dedi ve o yağlı kollarını açtı. Ben de koşa koşa onun kocaman vücuduna kendimi gömdüm. Adeta kocaman bir yastık gibi olan vücuduna sarıldığımda aklımdaki tek şey “Marry, zaten senin fiziğin bana uygun değildi.” olmuştu. Abartılı sevgi gösterimizin ardından tanıştık. Tıpkı Marry gibi bana hızlı hızlı bir şeyler anlattı. Hem anlatıyordu hem de beni odama götürüyordu. Zaten anlamadığım için onu dinlemeyip etrafa bakıyordum. En sonunda onu dinlemediğimi anlayıp olayı başa sardı. Sadece birbirimize ismimizi söylediğimiz kısımları hatırlıyorum: “I’m Zeynep.” , “I’m Beverley.” Diğer hiçbir şeyi o gün de anlamamıştım, hâliyle bu gün de hatırlamıyorum.

Not: Sanırım anlat anlat bitmeyecek bu anılar… Devamı bir sonraki yazıda.

İngiltere’de bir Sivaslı

285160_10150277007722552_1056843_n
Abilerim ablalarım! Şu görmüş olduğunuz kardeşiniz, arkadaşınız İngiltere görmüş insan. Yaa…
Zamanında gittik gördük işte…
Haftada bir öğle yemeğini Paris’te, akşam yemeğini Londra’da yiyen bir aile olmadığımız için İngiltere’ye gitmek büyük bir olaydı benim için. Annem emekçi bir devlet memuru, babam ise hâlâ ne iş yaptığını anlayamadığım bir işçi. Yani bizimki gibi standart bir aile için yurt dışı bayağı havalı bir şey oluyor. Hatta annemle babamın geçen seneki küçük Kıbrıs kaçamağını saymazsak ailenin tek yurt dışına çıkanı benim.

Peki, nasıl gittim?
Okul mu gönderdi? Hayır. Work and travel’a mı gittim? Hayır. Akrabamız mı var orada? Yoo.
Kendi hür irademle (buradaki hür iradem annem) gittim. Bir tanıdığımızın gerçekleştirdiği iletişim sayesinde oradaki bir kursla anlaştık, yanında kalacağım bir İngiliz aile bulduk ve ben gittim.
Vize, pasaport nedir bilmiyorken İngiltere’ye gideceğimi bilmek, anlamak hayli zor oldu. Zaten vizeden de bir kere reddedilince gidemeyeceğimi düşünüyordum. Sonra bir baktım uçakta tek başıma, İngiltere’ye gidiyorum.

Biraz daha baştan alayım her şeyi. Lise üçüncü sınıftayken bütün gençlerin olduğu gibi benim de tek derdim “Bu İngilizce n’olcak yaaa!” idi. Türkiye’nin eğitim sisteminin şahaneliğinden ötürü ilkokul birinci sınıfta verilmeye başlayan İngilizce dersleriyle bile lise üçüncü sınıfa geldiğimde bir şey bilmiyordum. Zaten düz lisede okuduğum için öyle aman aman İngilizce dersi almıyorduk. Haftada iki saatti. Öğrenemeyelim diye her şeyi yapıyorlardı.
Benim sevgili ailem de beni İngiltere’ye gönderip, kraliyet ailesi mensuplarınınki gibi bir İngiliz İngilizcesi öğrenmemi sağlamakla bu işi aşabileceğimizi düşündü. Canlarım benim.
Burada sorun şu ki ben aşırı derece evine bağlı, evinden birkaç saat bile uzak kalmayan, ana kuzusu bir insandım. Tatile bile gittiğimizde eve döneceğimiz günü bekleyen, annemle babamın yanından asla ayrılmayan bir tiptim işte. Sonra beni teee İngilterelere gönderdiler. 11. sınıfın sömestrinde başlamıştık dil okuluyla görüşme, pasaport işlerine. Gidip bir sürü işlem yapıyorduk her hafta. Yaza doğru vizeye başvurduk. Vize kısmında beklemekten başka bir şey olmadığı için tatile gitmiştik okul kapanır kapanmaz. Vizeden reddedildiğimi öğrendiğimde Antalya’da güneşleniyordum onun için tepkim “Aa, hayırlısı böyleymiş. Zaten burada hava sıcak niye oralara gideyim?” oldu. Tabi benim dünyanın en güçlü, en çılgın kadını olan annem bu işin peşini bırakmadı. Antalya’dan döndüğümüz gün gidip bir daha başvurduk vizeye. Tabi bir kere benim hevesimi kırdılar. Hiç gideceğimi düşünmüyorum. Hatta içten içe İngiltere antipatisi bile oldu bende. Ne yalan söyleyeyim sağda solda “İngilizler zaten çok soğuk ve gıcık oluyor yaa!” demeye bile başlamıştım. Vizeden nasılsa yine ret yerim diye bol keseden atıyorum. Tabi benimle ters düşmek istemeyen çok sevgili İngiliz konsolosluğu ben dedikodularını yapmaya başladıktan birkaç gün sonra haber ettiler vizemin onaylandığına dair. Haziran sonu gitmem planlanmıştı, vize reddi olunca birkaç hafta ertelendi, Temmuz sonu gibi oldu gidişim. Uçağa binene kadar hiç inanmadım gideceğime. Valizimi hazırlarken bile inanmıyordum.

Gideceğim gün havalimanına ailecek gittik. İki ay kalacağımı planladığımız İngiltere maceram için bir valiz, küçük bir sırt çantası vardı yanımda. Bir de boşluk. Kocaman bir boşluk. Şimdi olsa korkardım. O zaman korkmadım, deli cesareti sanırım.
17 yaşında, ailesinin yamacından bir gün bile ayrılmamış, şehir dışına bile yalnız gitmemiş, en önemlisi tek kelime İngilizce bilmeyen biri olarak havaalanında İngiltere’ye gidecek olan uçağımı bekliyordum. Pasaport kuyruğunun alengirli sırasından ilerlerken bile korkmadım. Annem, babam bana el sallıyordu ben ilerlerken. Babamı babaannesinin ölümünden sonra ilk kez ağlarken görmeme rağmen korkmadım. Uçağa bindim, uçak havalandı, korkmadım. Pilot Manchester havalimanına indiğimizi söyledi, korkmadım. Uçaktan inip nereye gideceğimi buldum, annemin paraya kıyıp havalimanından kalacağım yere götürmesi için satın aldığı hizmet sayesinde ismimin yazılı olduğu kâğıdı tutan tatlış bir amca beni karşıladı. Bir arabaya bindik ve beni İngiltere’de olacağım süre boyunca yanlarında kalacağım ailenin yanına götürdü.
Aile hakkında gitmeden bilgim vardı. 65 yaşında Marry isminde bir kadın ve onun köpekçiği ile kalacaktım iki ay boyunca. Araba beni onun evine götürdü. Arabadan inip valizimi aldığımda “Teşekkür ederim” dedim kibar olmak için ama İngiltere’de olduğumu hatırlayıp “Thank you, hehehe” diye düzelttim. Kibar adam benim şaşkınlığıma gülümseyip bir şeyler söyledi. Sonra evin kapısını çaldık. Marry olduğunu tahmin ettiğim kadın beni içeri alıp bana bir sürü şey söylemeye başladı. Söylediklerinin içinden “Hoş geldin, İspanyolsun, ben Marry” cümlelerini çevirebildim. İşte o an korktum. Çok korktum.

Not: İngiltere maceramı bölerek anlatmak istediğim için bu yazı buraya kadar.